Pages

24 Mayıs 2009 Pazar

Camın Ateşle Dansı...


Alevli, ateşli “Cam fırınıyla”, bu fırının önünde çalışan “Cam ustası” san­ki binlerce yıldan beri ikiz kardeş gibi olmuşlardır. İkisinin arasında, durup dinlenmeden birbirine alıp verdikleri, biçimlendir­dikleri malzeme de camdır. Binlerce yıl içinde hem alevle-cam, hem de camla-usta arasında çok ilgi çekici bir denge oluşmuştur. Alev camı eritir, “Su gibi” yapar, cam ustası da bu sıvıyı alıp “Soğutarak” biçimlendirir. İşte bu hiç değişmeyen üçlünün arasında, yazılı, kayıtlı olmayan ve neredey­se bir “Destan gibi, kuşaktan kuşağa aktarılan” bilgiler, bu ilgi çekici işin “Püf noktası” olarak süregelmektedir.
Arada gidip gelenler ve zaman içinde değişenler ise, yalnızca cam yapımında kullanılan birkaç katkı malzemesidir. Gerçekte hiç de saydam ve parlak ol­mayan camın temel malzemesi, alevlerin ortasında eriyip su gibi akarken bir­den cam ustasının elinde biçimlendirilip soğuyunca da herhalde bu işe çok şaşırır: Çünkü artık pırıl pırıl renkli ya da saydam bir şey olmuştur, yani cam olmuştur…
Binlerce yıllık geçmişleriyle, günümüze kadar yaşayarak gelebilen ve çeşitli ilginç tekniklere dayalı olan sanatlar vardır. Bu sanatların bir kısmı uzun süren öyküleri içinde önemli teknik gelişmeler geçirmişlerdir. Cam yapımı da binlerce yıldan günümüze kadar yaşayarak, gelişerek gelebilen ve kendi ne göre çok ilginç özellikler taşıyan bir tekniğin sanatıdır. Ama bir an bu işin özüne bakarsanız, bu çok uzun zaman içinde, temel ilkelerin gerçekte hiç değişmediği kolayca görülüverir. Belki de değişen, yalnızca bugün kulla­nılan teknolojinin ulaştığı olağanüstü “Büyüklüktür”. Cam üretimi yapılan bir yere girildiği zaman, günlük hayatta pek karşılaşıl­mayan, çok değişik bir çevreyle karşılaşılır. Genellikle içinde çalışılan çevre karanlıkçadır. Yalnız, camın eritildiği fırınların ağızlarından şaşırtıcı parlak­lıkta alevli ışıklar saçılmaktadır. Önce bu özellik görülür. Sonra da, bu fı­rınlarda erimiş bulunan, alevler saçan ve su gibi akıverecek kadar yumuşa­mış olan camı biçimlendiren, “Sessizce ama hep hızla çalışan ustalar” dik­kati çeker.
Böyle bir ortamda, ilk bakışta sanki “Telaşlı ve karışık bir koşuşma” var­mış gibi gelir insana. Oysa burada çalışanların hepsinin de “Kendine göre”, ama çok “Kesin” bir görevi ve bir anlamda izlediği “Rota”sı vardır. Çoğu kere camcılık tekniğindeki ustalık, bir anlamda “Geriye sayma” olayı olarak kabul edilir. Bu geriye sayma, potadan alınan sıcak ve akıcı durum­daki camın soğuyup katılaşması için geçen çok kısa süreye bağlıdır. İşte bü­tün ustalık bu kısa süre içinde, biçimlendirmeyi yapıp bitirmeye dayalıdır. Bu yüzden camcılıkta saniyeler bile dikkatle kullanılır. Bu kalın çizgilerle özetlenen özellik, ister teknik yönden çok ilkel olsun, is­terse de çok gelişmiş bir teknoloji uygulansın, camcılık sanatının her alanı için geçerlidir. Bu yüzden cam yapımında, her ne olursa olsun hiç kaçınıla-mayan belirli birkaç temel ilke vardır.
Bunların birincisi ve belki de en önemlisi, camın “Saydam” olmasıdır. Di­ğer deyişle, “Malzemesi görünmez olan bir biçimdir”. Ama boncukçuluk için saydam olmayan bir cam yöntemi bir anlamda zorunlu olmuştur. Çün­kü ilk camcılık örnekleri saydam değildir. Saydamlık çok sonradan elde edi­lebilmiştir.
ikincisi ise yüksek ısılarda eritilip hazırlanan ham malzemenin, çok kısa bir sürede ve genellikle “Bir defada son biçimine ulaştığı” bir üretim tekniğine dayalı olmasıdır.
Her iki yolda da cam yapımı ve sanatı açısından çok ilginç sonuçlar alınmış­tır. Ama asıl şaşırtıcı olan ise, sınırlı gibi görünen bu özelliğine karşılık, yüksek ısıların içinden, alevlerin arasından, ustalıkla ve zorlukla ortaya çıkartılan cam biçimlerin sonsuz bir zenginliğe ulaşabilmesidir. Bugün hemen herkes için çok olağan birşey olarak kabul edilmiş olan cam, yüzlerce yıl önce neredeyse “Sihirler dünyasından gelen”lerin yaptığı bir sa­nat olarak kabul edilmişti. Uzağa gitmeye gerek bile yok. 60, 70 yıl önce bile cam çok pahalı bir malzemeydi.
Cam sanatının bu “Sihirli” gibi görünen yanı nereden çıkmış olabilir? Bu­nun yanıtı, belki de camın hiçbir başka malzemede olmayan pekçok “Şaşır­tıcı özellikleri” taşımasında aranabilir.
Gerçekten bir an gözümüzün önüne şunları getirelim. Kum, kireç, soda gibi birkaç kaba görünüşlü malzemeyi özel potalarda 900-1000 °C derecelerin üze­rine çıkardığımız zaman bu katı karışım su gibi oluyor. Sonra bu sıvıyı çok özel tekniklerle ve araçlarla, eritildiği potadan alıp biçimlendiriyorsunuz ve soğuyup katışalan bu şey sonuçta saydam ya da renkli, ama pırıl pırıl bir cam oluyor.
Bütün bunları özetlemek gerekirse, ister geçmişin ilk bakışta ilkel gibi görü­nen, ama çok değişik bir tür bilgi gerektiren Antik Akdeniz camcısı olsun, isterse de günümüzün en ileri tekniğini kullanan endüstrisindeki camcı ol­sun, her ikisi de “Alevle ateşle” ikiz kardeş gibidir.

0 yorum:

Yorum Gönder