Pages

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Nazar boncuk yapımında kullanılan fırınlar



Bilinen en erken cam üretim merkezleri olan Teli el Amama ve Halkata'da camın eritilmesi için kullanılmış fırınlara ait izler saptanamasa da, burada derin olmayan, basit potaların sıcağa dayanıklı tamburlar üzerine yerleştirilip ateş üzerinde ısıtılmasından oludan bir açık-ocak sisteminin kullanılmış olduğu sanılmaktadır. Mezopotamya'da cam yapımcılığının başlangıç aşamalarında kullanılmış olan fırınlarla ilgili bilgilerimiz ise, çivi yazılı tabletlere dayanmaktadır. Assur başkenti Ninive'de cam üretimi ile ilgili bilgileri içeren tabletler ele geçmiştir. Bu tabletler Assurbanipal dönenime ait olmakla birlikte, bunlarda yer alan metinlerin daha erken orijinal metinlere dayandığı belirtilmektedir.

Ninive tabletlerinde "fırın" anlamına gelen "kuru" sözcüğü cam yapımına ilişkin metinlerde görülmekte; buna karşılık, diğer konulardaki metinlerde genellikle kullanılmamaktadır. Bu nedenle "kuru" nun cam üretimine elverişli eritme fırınlarını kastedildiği düşünülmektedir. Mezopotamya metinlerinde yer alan bilgiler, cam sanatının bu erken aşamasında kullanılan fırınların tam bir rekonstrüksyonunu yapmaya olanak vermemektedirler öte yandan, Roma dönemine kadar olan uzun zaman dilimi içinde, cam fırınları ve bunların nitelikleri konusunda elimizde arkeolojik açıdan bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak binlerce yıllık bir geleneği sürdüren ve erken dönemlerde olduğu gibi doğada bulunan araç ve gereçleri kullanan Anadolu cam boncuk üreticilerinin kullandığı fırınlara benzer fırınlar kullanmışlardır.

Geleneksel boncuk yapımı, malzemesiyle, araç gereciyle, fırınıyla, ustasıyla birlikle dengeli bir bütündür. Zaten işin şaşırtıcı olan yanı da budur. Cam atelyesi içindeki herşey birbiriyle "Uyum ve denge" içinde olmak zorunda­dır.


Fırın ve çevresi ısı tekniği açısından incelenirse şaşırtıcı özelliklerin varlığı kolayca görülebilir. Üstelik bu fırınların planlanmasında ve yapımında bir başka özellik daha vardır ki, asıl şaşırtıcı olan da budur. Bu şaşırtıcı özellik, yüksek ısı elde etmek için kullanılan teknik yorumdur. Ama böyle bir nok­taya çok uzun deneylerden ve gözlemlerden süzülerek gelinebileceği de ortadadır

Anadolu'da, bugüne kadar gelebilen geleneksel camcılığın, kendi sınırlı ve­rileriyle, sınırlı araç gereçle, çam odunu yakarak, yaklaşık bir, birbuçuk sa­at içinde içine doldurulan malzemeyi camlaştıracak ısılara çıkaran bu fırın genellikle şöyle bir düzen içinde kullanılır.


Cam fırını genellikle sabah yakılır. Belli bir süre sonunda cam eriyince, ça­lışmaya başlanır, erimiş cam bitinceye kadar çalışılır. Camın bitme süresi, yapılan biçimlerin boyutu ve ağırlığıyla ilgilidir. Büyük boylarda biçimlen­dirme yapılırsa, kısa sürede cam biter. Bu durumda boşalan fırına yeniden malzeme doldurulur ve yine bitinceye kadar çalışılır. Çok küçük boncuklar yapılıyorsa, sabah eritilen cam akşama kadar ancak tükenir. O zaman fırın söndürülür ve kendi haline, yani yavaş yavaş soğumaya bıra­kılır. Bu arada fırının özel soğutma bölmelerine doldurulmuş olan boncuk­lar da fırınla birlikte yavaş soğumuş olur. İşin bu yanı genel olarak cam teknolojisinin hiç vazgeçilemeyen temel bir kuralıdır, özellikle çok saf olmayan karışımlarda, bu malzemenin kendi gen­leşme özellikleri değişiktir. Eğer böyle bir karışımda soğutma çok yavaş ol­mazsa, bu değişik malzemelerin değişik hızda gerilimi yüzünden soğutma so­nucunda camlarda çatlamalar, kırılmalar olur.



Fırının yapısında kullanılan çiğ ateş toprağı, bu yaratıcı düşüncenin birinci avantajını oluşturur. Kaba halde şekillendir ildiğinde, bu malzemenin yalı­tım özellikleri birçok modern yüksek sıcaklık yalıtım malzemelerininkiyle kı­yaslanabilir düzeydedir. Anadolu insanı aynı malzemeyi o nedenle bugün de evlerini dondurucu kıştan ve kavurucu yaz güneşinden korumak için kullan­maktadır.
Bu malzemenin yüksek yalıtım özelliği nedeniyle, çok az bir enerji ile ve kısa sürede, fırının iç yüzeyinde "Kızıl sıcaklıkta ince bir tabaka" elde etmek müm­kün olur. Ancak bu ön açıklamadan sonra, yanan çam kütüğünün ısısını eri­yen cama iletmekte, üç ısı iletim türünün, yani iletim, taşıma ve ışımanın hepsinin birlikte etkin olduğu söylenebilir.


Yanan bir çam kütüğünün kaçınılma? iki ürünü olan kor ve is, ısı transferi­nin esasını meydana getirirler. Fırının tabanı, her an parlak bir kor tabakası ile örtülüdür ve bu tabaka, sık sık karıştırılarak parlak tutulur.


Bu ışıldayan yüzey, fırını sıcak tutmak için gerekli enerjiyi ışır. İşınım ener­jisinin bir kısmı, ergitme platformunun salt yüzeyi tarafından tutulur. Fırın malzemesinin ısıl iletkenliği çok düşük olduğu için tutulan enerjinin küçük bir kısmı eritme yüzeyine iletilirken büyük bir kısmı ikincil ışınımla kaynağa geri döner. Böylelikle ergitme platformuna olan net ısı akımı çok düşüktür. Bu noktada, basit görünen bu anlatımın teknik yönden yorumunun açıklan­ması yararlı olur. Yukarıdaki teknik açıklama, aynı zamanda cam ustasının çalışma platformunun, hemen hemen parlayan ateş sıcaklığında olduğu an­lamına gelir.


Benzer bir yorum fırın kubbesi için de geçerlidir. Ancak bu sefer, birkaç ışı­ma ve geri ışıma sonucunda, ışıma kapağı oluşturan kubbeden gelen ışıma­nın emileceği tek yer vardır. Bu da ergitme yüzeyidir. Böylece ergiyen cama, enerjinin çok az bir kısmı iletimle taşınır ve ısı akımının ana ortamı ışıma­dır.


Bu tür geleneksel camcılık, genellikle büyük bir yatırım ve donatım gerektir­mez. Daha çok, "Bilgi ve hüner" üzerine kurulmuştur. Burada söz konusu olan bilgi, fırının "Doğru yapılması", araç gerecin gereken özelliklerde hazırlanmasıdır.


İnsan, bu fırının gelişiminin arkasında yatan uzun yılları bilmese, onun san­ki şöyle birkaç dakika içinde biçimlendirilivermiş olduğunu kolayca düşü­nebilir. Yine özensiz yapılmış olan dört duvar ve çatı, fırının çevresini oluş-turuyor. içerisi hem ışıksızlıktan ötürü karanlık, hem de ayrıca fırının çı­kardığı is ve duman yüzünden ayrı bir kararmışlık var. Ama bu karanlık ve isli yerde, üç tane çok parlak ışık kaynağı, çevreye gün­lük hayatta hiç de karşılaşmadığınız değişik bir özellik veriyor. Bu Uç parlak ışıktan birisi, fırının alt tarafındaki ocağın ağzından dışarı ya­yılıyor. Şöyle eğilip bakınca, ocağın içinde alev alev yanan odunlar görülü­yor. Bu alevler fırının içinden yukarı doğru yükseliyor ve fırının üst yanın­daki ağzından dışarı sanki hep birlikte çıkmak ister gibi birbirlerini iteleyip duruyorlar. işte ikinci ışık kaynağı da bu alevli ağız.
Üçüncüsü ise, cam ustasının fırından alıp işlediği, biçimlendirdiği camın ken­disi...


Cam ustası, özel demir çubuğunu fırının ağzından alevlerin içine daldırıp, oraya biraz önce bir taş parçası gibi bıraktığı sert cam parçasını, şimdi eri­yip saydamlaşmış olarak sanki ışıldayan bir şeker gibi dışarıya alıyor. Fırın­dan çıkan çubuğun ucunda pırıl pırıl ışıldayarak çıkan bu cam parçası, bi-çimlendirildikçe hızla soğuyor, saydamlığını ve ışığını kaybediyor. Sönükleşiyor. Sönükleştikçe de camın kendi rengi belirmeye başlıyor. Mavileşiyor, yeşilleşiyor.



Öncelikle, içinde çalışılan yapı, herhangi bir özelliği olmayan, dört duvar­dan ve bir çatıdan oluşmaktadır. Bazı atelyelerde bu sıcak ortamın havalan­ması ve soğutulması için, duvarlarda duruma göre açılıp kapanabilen hava kanalları düzenlenmiştir.


İşte atelyenin ortasında, yerden 80-100 santim kadar yüksek ve topraktan yapılmış gibi görünen birlirın görülür. Çevredeki duvarların önüne dizilmiş çam odunları, camın ham malzemesiyle dolu torbalar, sepetler, kaplar var­dır. Ayrıca cam yapımında kullanılan çeşitli el araçları da çoğu kez, fırının çevresinde dağınık olarak durmaktadır. Böyle bir fırında yakılan çam odunu hem yüksek ısı sağlar, hem de zaman zaman oldukça isli yanar. Bu yüksek ısının ve dumanın fırın çevresinde çalı­şan cam ustalarını etkilememesi için, içerideki hava dolaşımının uygun bi­çimde düzenlenmesi çok önemlidir. Bu yüzden çatıdaki havalandırma düze­ni ile, duvarlardaki açılıp kapanabilen hava kanalları ya da kapı ve pencere­lerin yerleri ve ölçüleri önemlidir.


Bu cam fırınlarının bacası yoktur. Yakılan çam odununun oluşturduğu yüksek ısı, cam ustasının tam önündeki çalışma boşluğundan dışarı çıkar. Ve üste­lik tam da ustanın yüzüne doğru gelir.Yani, kısaca söylemek gerekirse, çevrede herşey o kadar gösterişsizdir ki, böyle bir çevre koşulunun, binlerce yıl önceki bir cam atelyesinin tam bir benzeri olduğu ilk görüşte kesinleşir.


Bu tür fırınlarda "Tasımsal ışıma" adı verilebilecek çok etkili bir ısı trans­feri etkin olur.
Geleneksel cam fırınları için en iyi yakıt çam odunudur. Cam ustaları bu çam odununu -kendi kelimeleriyle- "Alevli" yandığı için, teknik terimiyle "Luminant" alev verdiği için tercih ederler.
Alevin luminositesi, ağacın yapısındaki reçineli maddelerin yüksek sıcaklık­taki bozunması sonucu alev içinde oluşan mikroskopik büyüklükteki kar­bon taneciklerinin ışıması ile oluşur.


Açık bir alevde, yanma ürünleri soğurken, bu luminosite yavaşça azalır. Fa­kat bir geleneksel cam fırınında, yanma ürünleri her an kubbenin ve taban­daki ışıma düzleminin etkisi altındadır. Bu yüzden ergitme yüzeyinin hemen üzerindeki atmosfer, bir direkt alevin ısıtma özelliklerini taşır. Diğer bir deyişle, taban düzleminin ışıma Özellikleri, ergimekte olan cama çok yakın bir noktaya getirilmiş olur.


Bu yakınlaşma, çalışma ağzının hemen dışına yerleştirilen bir plaka ile daha da artırılır.
Serbest bir akışkan, ister sıvı olsun, isterse gaz olsun, daima laminar bir akım­da mevcut olan en kısa ve düzgün yolu seçer. Laminar bir akımda, temel ilke olarak, akan akışkan etrafında ince bir hareketsiz tabaka bulunur. Söz konusu plaka, yarattığı baca etkisiyle cam ustasını yanma ürünlerinden ko­rumakla kalmaz, laminar gaz akımını bozarak, turbulans yaratan bir turbulator olarak da görev görür. Böylelikle meydana gelen dalgalanma ve dön­meler, hareketsiz bölgeyi bozarak sıcak gazları ergiyen camın daha da yakı­nına taşırlar.


Camın dış yüzeyinden iç kısımlarına doğru olan ısı transferi daha da ilginç bir mekanizma içerir.
Camın kendisi iyi bir yalıtkandır. Yani ısı iletkenliği çok düşüktür. Ek ola­rak cam fırınındaki ışımalara opaktır. Dolayısı ile bir cam kırığı kütlesinin iç kısmım ısıtmak çok yavaş bir işlem olmalıdır.


Cam içindeki ısı iletimi, "Işıma iletimi" adı verilebilecek bir mekanizma ile sağlanır. Bir cam parçası, ışıma enerjisi etkisinde kaldığı zaman yüzeyi kısa sürede ergime sıcaklığına ulaşır. Yüksek sıcaklıklarda bu dış tabaka kendisi, hemen yanındaki tabakalar tarafından soğurulan enerji ışımaya başlar. Böy­lelikle, ısı canım içinde, suyun süngere emilmesine benzer bir şekilde ilerler. Böylelikle, yüksek sıcaklığa ısıtılan bir cam blokunun ısıl profili, alışılagel­miş maddelerinkinden, farklı olur.



Potadaki cam bitince, fırın ertesi gün yeniden yakılmak Üzere sönmeye ter-kedilir. Bu iş ivin yapılacak şey çok kolaydır. Odunu dışarı çekip söndür­mek yeter. Gun içinde buyuk bir ısıya sahip olan fırının ertesi güne ka­dar süren soğuması sırasında, özel bölmeleri içine doldurulmuş bulu­nan boncuklar da yavaş yavaş soğur.


Bu arada üzerinde durulması gereken diğer bir teknik olay da. her glln yeni­den yakılıp çok yüksek ısılara çıkarılan bu fırının akşam söndürülmesi ve soğutulmasıdır. Normal olarak hergün böyle bir "Şok"la karşılaşan yorgun görünüşlü fırınların nasıl olup da çatlayıp dağıtmadığı işin bir başka ilginç yönüdür. Böyle bir fırında günlük çalışma için yaklaşık olarak yüz, yüzclli kilo çıralı çam odunu yakılmaktadır. Ertesi sabah da bir gün önce yapılan camlar, fırının soğutma bölümünden alınmaktadır. Gün içinde ustaların yap­tıkları camlar hesaplandıktan sonra, satıcıya devredilip elde edilen gelir uy­gun biçimde bölüşülmcktcdir. Bu atelyelerde genellikle fırın cam ustalarının birisinin malıdır. Birkaç usta bir araya gelip fırını yakmaya karar verirler. Böylece yakılan bir fırında, gereğine göre dört kişiye kadar çalışabilmekte­dir."


Cam boncuk yapımının, bilinen diğer cam biçmılendiıme yöntemlerinden de­rişik olan yanı nedir?
Geleneksel cam boncuk yapımının, diğer cam işleme yollan yanındaki en önemli özelliği, biçimlendirmede herhangi bil kalıbın kullanılmamasıdır. Bu Özellik, biçimlendirme işinin önemli yanının, cam ustasının kendi hüne­rine ve deneylerine dayandırılmış olması demektir. Düşünelim ki bin derece­lerdeki erimiş maden, fırından dışarı alındığından birkaç saniye içinde so­ğut ve kaiılaşıı Egej bu küçük bit parçaysa daha çabuk soğur. Parçanın hacmi büyüdükçe soğuma süresi uzar, ama yineustanın işi saniyelerle sınırlıdır.
Örneğin Kurudere/Nazarköy'de günlük ortalama bir usta 8 saat fırın karşısında çalışmaktadır. Fırın 8-10 ay arasında faaliyet gösterdikten sonra görevini tamamlayarak iptal edilir. Bunun yerine aynı yerde tekrar bir fırın kurulur ve üretim devam eder.

Görece köyünden nazar boncuk ustası..


Etrafı ormanlarla yeşilliklerle çevrili bir arazinin ortasında tuğladan yapılmış dört duvar; üzerinde ahşap bir dam. Önünde kırık cam parçaları, tenekeler, şişeler, odunlar… Odanın tek penceresi gün ışığı gelmesin diye kumaş ve naylon parçalarıyla kapatılmış. Açık kapıdan giren ışık içeride çalışanların malzemeleri seçmeleri ve birbirlerini görmeleri için yeterli. İçeride, dört gözünden ateşler saçan bir ejderhayı andıran, kerpiçle sıvanmış yerden bitme kubbe şeklinde bir ocak var. Ocağın ağzından sürekli odunlar sürülüyor… Oda dumanlı ve sıcak. Ocağın gözlerinden içeriye beyaz renkli ya da saydam cam parçaları atılıyor küreklerle. Cam parçaları, gözlerin içine sokulan demirlerin ucunda eriyerek macun haline geliyor. Ustalar ellerinde demirler eriyen camı karıştırıyor durmadan… Kıpkırmızı kor halindeki gözün içinde macun haline gelen cam, odanın bir köşesine bırakılıyor. Diğer köşelere ayrı ayrı sarı ve mavi camlar yerleştirilerek erimeye bırakılıyor. Ama ocağın içinde bütün camların rengi aynı; kıpkırmızı macunlar. Ustalar ayırdıkları parçaların rengini ancak koydukları yere göre ayırt edebiliyorlar. Ustalardan biri ocaktan aldığı kor halindeki cam parçasıyla sigarasını yakıyor, sonra dışarı çıkar çıkmaz rengi maviye dönen parçayı yine ocaktaki yerine bırakıyor. Sonra bana dönerek; "Birkaç deneme yapalım mı?" diye soruyor. "Tabii," diyorum ve heyecanla bu ateş parçalarının nasıl nazar boncuğuna dönüşeceklerini izlemeye koyuluyorum.


Mehmet Usta, ocağın önüne küçük bir yassı taş yerleştiriyor. Eline aldığı ince uzun bir demirle ocağın içindeki macunlardan birinden küçük bir parça koparıyor. Demiri döndürerek dışarıya çıkarıyor ve taşın üzerine koyar koymaz, diğer elinde tuttuğu sacla üzerine bastırıp camı yassılaştırıyor. Cam, birkaç saniyede kırmızıdan laciverte dönüşürken, üzerine sırasıyla ocaktan aldığı beyaz, sarı ve lacivert noktaları yerleştiriyor. Bütün bu işlem bir dakika bile sürmüyor. Mehmet Usta rengi de ekledikten sonra, hafifçe vurarak demiri boncuktan ayırıyor ve gözün yanındaki küçük odalardan birinde "soğumaya bırakıyor." Bir yandan karanlık, diğer yandan da Mehmet Usta’nın seri hareketleri boncuğun renklerini fark etmemi engelliyor. Boncuğa, sabaha kadar soğuyacağı deliğe konmadan önce dışarıda gün ışığında bakmak istediğimi söylüyorum. Mehmet Usta’yla birlikte ocağın çevresinde çalışan diğer ustalar da, kafalarını kaldırıp hep bir ağızdan "olmaz" diyorlar. Mehmet Usta açıklıyor: "Boncuk daha çok sıcak, ışık ve ısı farkı boncuğu bozar, çatlatır." Israr etmiyorum ama ustalardan biri "Hadi senin için bir boncuk feda edelim, bir bak," diyor ve yaptığı boncuklardan birini demirin ucunda dışarıya çıkarıyor. Boncuğu, çimenlerin üzerine koyup fotoğrafını çekiyorum. Çimenlerin bir bölümü yanıveriyor. Boncuğun yarısı simsiyah oluyor, renkleri birbirine karışıyor.


Yeniden karanlık ve sıcak odaya dönüyoruz. "Nazar boncuğuna nazar değdi," diyorum. Mehmet Usta, "Biz yapıyoruz ama nazar garantisini vermiyoruz," deyince kahkahalar yükseliyor ocağın etrafından… Ustalar bu ocağın başında günde 7-8 saat çalışıyorlar. Aralarındaki konuşmalar, aşıkların atışmalarını aratmıyor. Bütün gün birbirlerine takılıp duruyorlar. Sohbet eğlenceli olmazsa, ocağın önünde saatler zor geçer. Bazen biri, boncuklara dalıp gidiyor ve diğerinin esprisiyle uyanıveriyor bu renkli dünyadan. Belli ki renkli sohbetleri, zengin gönülleri olmasa, bu renksiz ve karanlık odadan, kırık cam parçalarından rengarenk boncuklar çıkması imkansız.
Bazen günde 500, bazen de 1000 boncuk yapıyorlar. Mehmet Usta 35 yıldır boncuk yapıyor. Eskiden boncukçuluk babadan oğula geçermiş. Ama artık yeni nesil pek ilgilenmiyor boncukla, boncukçulukla. Türkiye’de yaklaşık 100 yıldır boncuk yapılan iki köyde; Kemalpaşa ve Cumaovası-Görece Köyü’nde yaklaşık 50 usta var, boncuk yapan. Onların yaptığı boncuklar sadece Türkiye’ye değil, bütün dünyaya dağılıyor.

Mustafa Kemal Karademir, bu işin en eskilerinden. 78 yaşındaki Mustafa Usta, 60 yıl o loş ve sıcak odadaki fırının önünde yüzbinlerce boncuk üretmiş. İzmir’in kenar mahallelerinden birinde buluyoruz onu. Beş yıl önce felç geçirdiği için artık boncuk yapamadığını söylüyorlar. Ancak o, gözleri iyi görmediği için boncuk yapamadığını söylüyor. Yoksa "Bak, ellerim çalışıyor," diyor avucunu açıp kapatarak...


Ağır işittiğinden kulağına doğru bağırarak soruyorum sorularımı… O da yakınımda olmasına rağmen, sözünü işitebilmek için bağırarak anlatıyor öyküsünü; 13 yaşında başlamış boncuk yapmaya. Daha öncesinde bulabildiği tek iş olan iplik fabrikasında çıraklıkla atılmış hayata. 7-8 ay çalıştıktan sonra parası az gelmiş. Pek de ısınamamış bu işe zaten. O zamanlar Kadifekale’de otururlarmış. Arabistan’dan gelen Hüsnü, Halil ve Selim Ustalar 1930’lu yıllarda Kadifekale’de ocak açınca, ona da iş çıkmış.

"Arap ustalar, beni çırak olarak yanlarına aldılar. O zamanlar deve boncuğu yaparlardı. Kalın demirlerle yapılan kalın boncuklardı bunlar. ‘Katır parmağı’ dediğimiz bu boncuklar develerin boynuna asılırdı... Günde 25 kuruş veriyorlardı. Ekmeğin okkası 6 kuruştu. Etin kilosu 16 kuruştu. Babam da 45 kuruş alıyordu. İyi paraydı senin anlayacağın. Mükemmel geçiniyorduk…"


Bir yıl çalışmış kalfanın yanında Mustafa Karademir. Sonra da "boncuğa oturmuş". 100 boncuk yapınca 50 para (40 para 1 kuruş) alıyormuş. Önceleri günde 2000 boncuk, eli alıştıktan sonra günde 2 bin 500 boncuk yaparmış.


"Çok hızlı boncuk yapardım. Benim üstüme adam yoktu. Evimizin kirası 50 kuruştu. Ben boncuk yaparak öderdim o kirayı."
Onun gibi çıraklar arasında ilk göz boncuğunu arkadaşı İbrahim Koçtaş’ın yaptığını anlatıyor. İlk çakır göz boncuğunuysa kendisi yapmış; küçük bir kız çocuğunun çakır renkli gözlerine bakarak…


Sonra da çeşit çeşit, renk renk göz boncukları yaratmaya devam etmişler.
Mustafa Usta, "Araplar nazar boncuğunu yapıyorlardı. Ama bizde sadece patron yapardı. Ben yapmaya uğraşırdım. Hastalanınca, yerine ben oturdum ve baş kalfası oldum," diye anlatıyor. Sonradan kendi ocağını açmış. İki oğluna öğretmiş işi. Yaz-kış çalışarak ekmeklerini boncuktan çıkarmışlar; "Yazları 30-40 derecede çalışırdık. Alışıyor insan sıcağa. Bir keresinde göğsüme derece koydum. Derece yükseldi, yükseldi, bozuldu. Sırtımız üşür, alnımız terlerdi."
Şimdi o torunu, torunlarının çocuklarıyla birlikte otururken, iki oğlu boncuk işini sürdürüyorlar.


Bugün dükkanlarda gördüğümüz, evimizin bir köşesini ya da takılarımızı süsleyen boncuk modellerinin birçoğu onun ve mesai arkadaşlarının icadı; "Bir sürü arkadaşım, tek beyaz üzerine nokta yapardı. Bunlara temiz göz boncuğu denir. Çocukların omzuna bağlarlar. Biz çok modeller geliştirdik. Zevk işidir bu. Balıklar, peçetelikler, karagözler, damlalar…"
Peki ya nazar boncuğu? Bu boncuğun özelliği nedir ki, kem gözlerden korusun çocukları... Mustafa Usta asıl nazar boncuğunun mavi üzerine sarı renkli olduğunu anlatıyor. Çünkü sarı rengin içinde kurşun var. Ve asıl nazardan koruyan da kurşun... "Hani insanlar nazar var mı, diye kurşun döktürürler ya. Nazar boncuğundaki kurşun da, nazarı kovuyor," diyor.


Mustafa Usta, pek de aldırış etmiyor bu konuya. Onu boncuğun anlamından çok öyküsü ilgilendiriyor. Nazarı, nazarlıkları fazla konuşmadan boncuk ocağının yapılışını anlatıyor, hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya özen göstererek; "Önce bir çukur kazarsın odanın ortasına. Sonra 12 sıra ateş tuğlasıyla nal şeklinde örersin ocağın duvarlarını. Üstüne de beş tuğla koyup kaç kişi çalışacaksa macun tablasındaki gibi bölersin odalara... Sonra da nal şeklindeki fırının ağzını odun sürecek şekilde açık bırakıp odaların üstünü kerpiçle sıvarsın. Odaların içinde bir defaya mahsus cam fabrikalarının artıklarından bir madde eritirsin. Bu madde bir kere erir ve olduğu yere yapışır. Böylece bu odanın içinde boncuk yapmak için eritilen camlar toprağa karışmaz."
Mustafa Usta, boncuk fırınında yakılacak odunun da önemli olduğunu söylüyor. "Çam odunundan başkası olmaz. Çünkü en iyi alevi o verir," diyor.


Ayrıntılardan sonra boncuk fırınındaki günlük işleyişi anlatıyor Mustafa Usta. "Cam ve boya akşamdan atılır, karıştırılır. Sabah herkes sırayla 05.00’te ocağı yakar. Camın erimesi için ocağın içindeki ısının 1000-1200 dereceye kadar çıkması gerekiyor. Macun haline gelmesi içinse 800 derecelik bir ısı yeter. Camı ocağa attıktan 1.5-2 saat sonra erir. Herkes gelir oturur ve başlar işini yapmaya..."


Bunları anlatırken 60 yılın anıları geçiyor gözlerinin önünden belli ki. Özlüyor boncuk yapmayı. Tesellisi oğullarının da onun izinde gitmesi. Kim bilir belki torunları da...
Görece ve Kemalpaşa’da yapılan boncukların büyük bir kısmı İzmir’de Kemeraltı’ndaki küçük bir dükkana getiriliyor çuvallarla; oradan da Türkiye ve dünyaya dağılıyor.


Anadolu'da Nazar Boncuğu Üreten Atölyeler...



Anadolu'nun neresine giderseniz gidin heryerde cam boncuk bulabilirsiniz. Bu kadar geniş bir alanın ihtiyacını karşılayan cam boncuk yapımcısı sayısı ise şaşırtıcı olacak kadar azdır.



Bu alanda önceleri iki önemli, atölye bulunmaktaydı. Birisi İzmir'in Cumaovası'nda Görece köyü, diğeri ise Bodrum'dur.



Anadolu'nun geleneksel camcılık ürünlerinden olan göz boncuğu yapımı, Do­ğu Akdeniz'in ünlü camcılık sanatının, binlerce yıldan bu yana bu bölgeye sinmiş ilginç bir dalı olarak kabul edilmelidir.



Bütün Ege Bölgesi'ndeki bu ilginç baba mesleğini sürdürmeye çalışan cam boncuk ustalarının bir kısmı, Doğu Akdeniz'in sınırlarımız dışında kalma­sıyla, Anadolu'ya göç etmiş bulunan camcıların genç kuşağıdır. İlk kuşak, 1930 yıllarında İzmir'e yerleşmiştir. Burada Akdeniz kıyılarından gelen Arap cam ustalarının yanında kalfalıktan başlıyarak bu sanatı öğrenmişler daha sonra ise cam eritmek için kendilerine gerekli olan çam odunu yakıp dumanı ve kokusuyla çevreyi kirlettikleri ve ayrıca bunun yanında yakacak odun bulmak zorlukları nedeniyle şehir mer­kezinden dışarıda olan Görece Köyü'ne taşınmışlardır. İşte bu ikinci kuşak, bugün Görece Köyü'nde boncukçuluk yapmaktadır. Ancak İzmir'deki ilk atölyelerinde yetişen diğer birkaç camcı değişik yerlere dağılmıştır. Bod­rum'daki cam boncuk yapımı da buradan kaynaklanmaktadır.




Günümüzde ise Görece Köy'ünde cam üretirimi sona ermiştir. Ancak buradan Bodrum ve Kurudere'ye yerleşen cam ustaları şimdilik bu eşsiz sanatı devam ettirmektedirler.